18 Aralık 2013 Çarşamba

CEVAPSIZ SORULAR



MİMARLIĞIN İÇ’İ VE DIŞ’I

Size yöneltilen anlamsız bir soru karşısında ne diyeceğinizi bilemediğiniz olmuştur sanırım. Mesleğimin ne olduğu sorulduğunda çok sık karşılaştığım durumu paylaşmak istedim. Aralarında akademik  unvanı bulunanlar dahil olmak üzere sosyal ortamlardaki tanışmalarda yaşanan diyalog örneğini yazıyorum.

_Ne iş yapıyorsunuz?
_Mimarım.
_İç mi dış mı?
_.........................
İnsan çok üzülüyor gerçekten. Bazen birkaç saniye ne söyleyeceğimi düşünüyorum. 

Mimarlığın, tanımının toplumda bilinmediğini biliyoruz ama bu düzeyde bir bilgi eksikliği ile karşılaşınca insan gerçekten tuhaflaşıyor. Dış mimar nasıl birisi acaba, 4 duvar ve çatıyı yapıp içini boş mu bırakır? Mimarlığın içi dışı olmadığını öğretmek gerekli.

Bilge SEZER ÖLMEZ


not: Sitemde bulunduğum bazı dostlar bu karmaşaya "iç mimar"  unvanının ve "iç mimarlık fakültelerinin ayrıca açılmasının neden olduğunu söylüyorlar. Haklılar da , mimarlık tüm disiplinleri kapsar, uzmanlık alanında alt başlıkların olması gerekirken bölümler halinde ayrışmanın yanlışlığı bir gün kabul edilecek.



17 Aralık 2013 Salı

YENİ YIL HEYECANI

YENİ YILI KARŞILAMAK NEDEN BU KADAR CAZİP ?
   
yeni yıl köşemiz (her yıl artarak devam ediyor)
Yaşadığımız her seneyi sonlandırmaya yakın hepimizi bir heyecan kaplıyor. Yılbaşı süslemeleri, hediyeler, etkinlikler derken Aralık ayı sosyal etkinlikler ve tatlı bir telaş ile geçiyor. Yeni yılda uygulanmak üzere sözler veriliyor, başta diyet ve sigarayı bırakmak adına çok konuda başarma hedefi belirleniyor. Özel yaşamı yoluna koyma kararları da yeni yılda alınıyor hep. Peki, neden bu hareketliliği diğer aylarda yaşamıyoruz. 

1 Ocak günü aile yapımız, parasal koşullarımız, işimiz, kilomuz, boyumuz, eğitim durumumuz vs değişmediği halde yeni yıla girmek neden çok önemli acaba? Ben yanıtının “yeni bir şans daha yakalamak umudu” olduğuna inanıyorum.

19 Kasım 2013 Salı

MÜZİK VE İLETİŞİM

HER ZAMANA ULAŞAN YOLCULUK ARACI

"Müzik ruhun gıdasıdır" sözü ne kadar doğru. Mutluluktan uçtuğumuzu sandığımızda ya da keder her yanımızı sardığında,  kendimizi içinde bulduğumuz nice şarkı var. Mutluluk, yas, terk edilmişlik, aldatılmışlık, mertlik ve nice kavramlar müzikle özdeşleşiyor, aklımıza kazınıyor. 
Ruhunuzu harekete geçiren  şarkıları duyduğunuzda nerede olursanız olun dans etmek istersiniz, bazen de halay çekmek, piste fırlamak gelir içinizden. Bazı şarkılar çalınca da efkarlanırsınız, hemen anılarınızı bilen ya da dinlediğinde anlayacak bir dostu aramak veya sevdiğiniz içkiden bir kadeh içmek gelir aklınıza. Aşk acısı çekenlerin repertuarları daha da geniştir. Yaşanmamış aşklara, ulaşılamamış sevgililere, yasaklara dair çok beste yapılmış, şiir yazılmış çünkü. Hüzün dolu nağmeler kulağınızdadır. Bazıları da var ki umut aşılar, cesaretiniz artar, nedenini bilmeseniz de dinlemek size iyi gelir.

10 Kasım 2013 Pazar

HAYAL KIRIKLIĞI İÇİNDEYİM


BİLİNÇ KAYBI 

Çoğumuz, iş konuları dışındaki sohbetlerimizde genelde sosyal olaylar ve giderek artan yozlaşma üzerine konuşuyoruz. Başımıza gelen olayları paylaşırken, ya bir şeylerden şikayetçi oluyoruz ya da mucize bekleyip toplumun düzelmesini hayal ediyoruz. Toplum olarak geri kalmışlığımızdan kurtulmak için "kim yardım edecek?" sorusunu herkes birbirine soruyor. Atatürk gibi bir lider kaç yılda dünyaya gelir ve gelse bile aynı topluma bir kez daha sahip çıkar mı? 10 Kasım olması nedeni ile bugün daha hassas düşünüyorum galiba.

Sabahın erken saatlerinde günlük gazeteleri okuyordum. Gündemi dolduran o kadar çok farklı konular var ki, insan okumaya, bilgilenmeye ister istemez manşet haberlerden başlıyor. Gazete eklerine geçtiğimde bir haber başlığı dikkatimi çekti. Hürriyet gazetesinin insan kaynakları (İK) ekinde  “PATRONA ALTERNATİF HEDİYE: Fil Dışkısı” diye haber başlığı bulunuyor.(http://www.hurriyetinsankaynaklari.com/ adresinden okuyabilirsiniz.) Acaba şaka mı deyip haberi okudum ve tüm toplumların cinnet modunda olduklarını düşündüm.

7 Kasım 2013 Perşembe

NOSTALJİ

ESKİ ZAMANA  DUYULAN ÖZLEM

Son yıllarda müzik, yemek, dekorasyon, moda ve daha birçok konuda eskiye duyulan özlemi izliyoruz. İnsanlar eskiyi neden ısrarla arıyor acaba? Üstelik teknolojik ev/ofis eşyalarının konforuna, bilişim dünyasının sunduğu akıl almaz kolaylıklara, evrensel iletişime, yolculuğun eziyetten konfora dönüşmesine karşın arıyor. Yaşamın bir tarafı kolaylaşırken, maddi varlıklar artarken insanın içsel yapısına dönük serveti azalıyor. Özellikle insan ilişkilerindeki doğal, sıcak hava kent yaşamında yok artık. Bir insana güvenme olgusu tamamen duygusallık (ahmaklık demeye dilim varmadı) olarak tanımlanabiliyor. İnsanlar kalabalık içinde olsalar dahi yalnızlar, tamamlanmamış duyguları var.  Eski yaşama duyulan özlem, moda söylemi ile “NOSTALJİ” bize neyi anımsatıyor da bu kadar önemsiyoruz, peşinden gidiyoruz.

18 Ekim 2013 Cuma

MUTFAKTA SADECE YEMEK Mİ PİŞİYOR?

MUTFAK : EVLERİN  NEŞELİ,ÜRETKEN VE YOĞUN TRAFİKLİ ALANI

  Nüket Karadeveci ve Buket Karedeveci' nin  birlikte yaptığı nefis pasta


Mutfak” sözcüğünü, yiyecek elde etmek ve bu iş gereken aşamaları barındıran mekan olarak algıladığımız gibi bazen de bir işin ön hazırlığı ya da sonlandığı yer olarak kullanıyoruz. “…..” tekniğini önce “o işin mutfağında öğrenme” ya da “o konunun mutfağı farklı” gibi terimler günlük yaşam dilimize yerleşmiş durumda. Farklı bir açıdan baktığımızda ise  ilişkilerin geliştiği ya da sonlandığı yaşam alanı olarak da adlandırılabilir. Aile içinde  olsun, bir evi, ofisi paylaşırken olsun  ilişkilerin, en şeffaf izlenebildiği yerdir. Ayrıca pek çok evde önemli konuların erkeklere açıklanmadan önce son halinin karara bağlandığı kürsü görevi de görür. Ne tuhaf değil mi, yiyecek elde etmek kadar doğal bir iş; kişilerin yaşam biçimi, sahip olduğu kültür ve yaşam düzeyi hakkında ipuçları veriyor. İlişkiler kuvvetleniyor ya da yıpranıyor bazen de sonlanıyor.

16 Ekim 2013 Çarşamba

OKTAY EKİNCİ'Yİ KAYBETTİK

KÜLTÜREL DEĞERLERİ KORUMAK

Dün akşam (15.10.2013) yeni bir mail geldiğinin uyarı sesini veren cep telefonumu kontrol ettiğimde Mimarlar Odası’ndan gelen kayıp haberini okudum ve Oktay EKİNCİ’yi kaybetmiş olduğumuzu öğrendim. Hakkında çok iyi şeyler yazılacak, mesleki  çalışmaları ile örnek olmaya devam edecek biri isim. Ben de tanık olduğum bir olayı yazarak anmak istiyorum.

11 Ekim 2013 Cuma

ENGELLİ ERİŞİMİ

5 BASAMAK SONRA ENGELLİ KARŞIYA NASIL GEÇİYOR ?????

ATATÜRK BULVARI'NDA ÜST
 GEÇİT
ANKARA başkentimiz ve Atatürk Bulvarı üzerinde, tasarımı zoraki ödev mantığı ile yapılmış ancak üzerinde hiç çalışılmamış pek çok üst geçit bulunuyor. Aşağıda göreceğiniz üst geçidin ilk beş basamağının yanında yaya yolunu daraltma pahasına engelli rampası bulunuyor. Ancak bu rampa ilk sahanlıkta sona eriyor. Engelli kullanıcılar diğer basamakları nasıl çıkıyor ya da o rampa niye var diye soramıyoruz. Bu köprüyü çizen, onaylayan, uygulayan teknik kadronun açıklaması ne olabilir acaba? Yıllardır kullanan yayaların kaçı farkındadır, hiç bilemiyorum. Başkentin en prestijli bulvarı üzerinde bu uygulama varken, yurdum insanı başlığı ile mailden maile dolaşan tuhaf yapıları yadırgamayalım. Sözün bittiği örneklerden bir tanesidir. (11.10.2013)





NOT: Engellilere üst geçidin sadece beş basamağını kullanmaya izin veren bu kandırmaca nihayet çözüldü. Ankara bu aptallığı yıllarca seyretti. Şimdi üstün akılların çizdiği, uyguladığı rampa kaldırılarak asansör yapıldı. Kimin parası ile yanlış yapıldı, yıkıldı onu sormayın, çözüm bulundu diye sevinin. Ankara yıllardır ben dedim oldu ile yönetiliyor maalesef. Hiçbir başkentte mimarlık ve şehir planlama ilkeleri bu kadar ihlal edilmemiştir. (28.08.2015)

UÇAKTA CEP TELEFONU KULLANMAK

UÇAKLARDA CEP TELEFONU KRİZİ
Yeni uygulamada, telefonların sadece iniş ve kalkışta kapalı olması isteniyor. Kurallara yine uyulmadığı için aşağıdaki yazıyı kaldırmadım. (27.05.2022)


Her uçak yolculuğundan,  sonra cep telefonlarının uçuş öncesi toplanmasının zorunlu olması gerektiğini düşünüyorum. Aslında Ulaştırma Bakanlığı bu işi ciddiyetle incelemeli, uygulamaları da teknik verilere göre düzenlemeli, hızla bilinçlendirme kampanyaları oluşturulmalı. Ya da uygulanmasını sağlayamadığı kuralları kaldırmalı.
Cep telefonlarının uçuş anında sistemi net olarak etkileyip etkilemediği konusunda bir kesin sonuç yok. Ancak tüm telefonlar aynı anda açık olursa, oluşan elektromanyetik dalgaların gücü bazı teknik donanımları etkileyebilir diye biliyorum. Zaten telefonunuzu bir pusulanın yanına koyduğunuzda oluşan hareketliliği gözlemleyip fikir edinebilirsiniz. Yani kesin olmasa da bir risk var!

GERİ DÖNÜŞÜME İNANABİLMEK










Yıl 2020, 7 yıl önce geri dönüşüme duyarsız kalanlara karşı dile getirdiğim sitem güncelliğini koruyor, ne yazık ki!



Kağıt, metal, cam ve tekstil atıklarının tekrar işlenerek kullanılabileceğini, hem ekonomiye hem de doğanın korunmasına katkı sağlanacağını hemen herkes biliyor. Ancak, tükettiklerimize oranla yeniden işlenen malzemeleri kıyasladığımızda geri dönüşüm bilincinin çok yüzeysel olduğunu görüyoruz. Çünkü başta anne ve babalar, sonra da okul/kurum yöneticileri bunun gerekliliğine tam olarak inanmış, bilgilenmiş değiller. “Konudan haberimiz var ama bizim uygulamamıza gerek yok” tutumu benimsendiği için çocuklar da gençler de bilinçli davranamıyor. Lisans  eğitimi almış kişilerin bile bunu dert etmediğini görünce şaşırıyorum.
(aslında oldukça kızıyorum, akademik doğrular kağıt üzerinde kalıyor diye)  Nerede kaldı ekonomi formülleri üzerinde analitik düşünmek, ekolojik dengeyi korumak ve döngü kurallarını biliyor olmak.

Öğrenilmiş bilgiler sadece kariyer için mi gerekli? Gelişmiş ülkelerde herhangi bir uyarı olmadan alışkanlık haline gelen bu duyarlılık neden bizde yok diye kimse üzülmüyor sanırım. Kazanılır atıkların organik çöpler ile aynı yere atıldığını gördüğüm anda hemen uyarıyorum ve her seferinde moral kaybı yaşıyorum. Görmezden gelmek zorunda kalmayayım diye yakın arkadaşlarımın bile evinde çöp atmaya çekinir oldum. Kişinin kendisi ve ailesi için gösterdiği özeni toplumun geneline gösteremiyor olmasını algılayamıyorum. Israrcı olduğumda da ilişkiler yıpranıyor, beklentilerin farklılığı üzüyor beni.



Belediyelerin çöpleri birlikte topladığı için ayrıştırmanın boşa gideceğini ya da atıkları ekonomiye kazandıran toplayıcıların zaten var olduğunu söyleyip, bunu zahmet sayanları görmüşsünüzdür.  Bu aymazlığa tahammül edemiyorum. Ayrıştırdığımız poşetler aynı yerde toplansa da o çöpün ayıklanmasını üstlenenlerin işini kolaylaştırmamız gerekmez mi?

Evsel atıklar ile dönüşüme girecekleri ayrı torbalarda biriktirmek ne kadar zor olabilir ki! Caddelerde parçalanmış dağıtılmış çöp yığınlarından kurtulmak başlı başına bir kazanım; diğerlerini saymıyorum bile.

Çöp artıma tesislerinde, temiz ve kuru atıkları ayıklamayı kolaylaştırmak bizim elimizde. Bu işi yapanlar, illa ellerini çocuk bezlerine mi sürsün, kokmuş bozulmuş gıdaların arasından mı seçsin şişeleri, kutuları, eski giysileri? Nedir bu bencillik ve üstten bakış, anlamak mümkün değil! Görselde ürün ayıran işçiler var, çalışma koşullarına bakın lütfen, birazcık saygı duymak bu kadar mı zor?

Yurt dışında evsizler ve yoksullar dışında çöp karıştıran, malzeme toplayan yok. Bizde ise tam tersi, özellikle çocukların sırtına yüklenmiş koca bir sorun yumağı durumunda bu iş.  Çöpten dönüşebilir malzemeleri toplayarak geçinmeye çalışan, umutları kaybolmuş çocukların problemlerinin hepsini biz çözemeyiz elbette ama işlerini yapmalarına yardım edebiliriz. Sadece bir an için onların da üşüdüğünü, acıktığını, yorulduğunu ve eğitim hakkı olduğunu düşünmeniz yeterli. Sizin çocuklarınız gibi.

Doğayı koruma bilinci ve  ekonomiye katkı sağlama farkındalığı toplumlara büyük ayrıcalık kazandırıyor. Maalesef bizde, elde edilecek fayda, kişiye direkt yansımadığı için bu konu yeterince önemsenmiyor, çöpleri aynı kutuya atmak da kusur sayılmıyor. Oysa kişisel kazançtan söz edilse; geri dönüşümde parasal ya da hemen elde edilebilecek promosyonlar verilse tek şişe dahi çöpe atılmaz.  Deneyin görün, toplanılmış yeniden işlenebilir atık miktarına göre tüm sınavlarda ek puan ya da faturalarda indirim uygulanacak olsa, yurt çapında seferberlik başlayacağına eminim. (Komşusunun çöpünü bile karıştıranları görüntülemek isterdim) 


Anneler ve öğretmenlere çok iş düşüyor, çocuklarımıza her şeyden önce bilinçli ve vicdanlı davranmayı öğretmeliyiz. Akademik başarının görünür faydalarına ve kariyer hedeflerine odaklanmanın yanında duyarlı birey olmanın üstünlüklerini de  anlatmalıyız.  Doğayı, çevreyi, ekonomiyi korumak bizim işimiz değilmiş gibi yaklaşmak yerine “geç kaldık diyerek” bilinçlenme düzeyini yükseltelim.

Yerel yönetimlerin, ilgili kurum ve kuruluşların, aileler ve okullar ile iş birliği yapmasının ardından çağdaş çözümlere kavuşulacağına inanmak istiyorum. İçselleştirmeyi başardıktan sonra gerisi kolay. Biz üstümüze düşeni yapalım, mutlaka çekim alanı oluşacaktır.

 

Not

Oğlumun sosyal bilgiler ders programındaki ödevleri ile ilgilenirken doğal kaynakların tükenmesi, geri dönüşüm, küresel ısınma ve bilinçli kullanım konularını kapsayan ünite başlığı gördüm. Öğrencilere öğretiliyor ama kağıt üzerinde kalıyor demek ki. Hatta eğitimcilerin arasında bile bunu  önemsemeyenler var, farkındaysanız. Okulda öğrenip evde pratiğini yapmadan bu bilgiler nasıl kalıcı hale gelebilir? Dolaptan süt ya da soğuk içecek alıp içen çocuk şişeyi çöp tenekesine atıyor, ebeveynleri gibi. Bu refleks çok tanıdık geliyor değil mi; çünkü çocuk gördüğünü uygular.

Çöpleri ayrı atmayı kaç tane erişkin içselleştirmiştir acaba? Acaba dönüşebilen atıkları ayrı bir poşette toplamak pozisyon kaybı olarak mı algılanıyor, yoksa gereksiz hassasiyet mi kabul ediliyor, gerçekten anlayamıyorum. Doğa tükendiğinde duyarsız anneler de algısını körelten gençler de çok pişman olacak ama bedelini tüm insanlık aynı koşullarda ödeyecek ne yazık ki!

 

 

 










 

 

 

KARDEŞİMİN HİKAYESİ

Romanlarda Mantık Aramak

Zülfü Livaneli’nin eserlerini, köşe yazılarını takip eden okurlarından  biriyim. Son olaylar, kendisinin geçmişte verdiği toplumsal mesajlar ve saptamalarının ne kadar doğru olduğunu gösteriyor. Çok iyi bir kalem, hem müzik hem edebiyattaki ustalığını saygı ile anıyorum. Hatta bazı gözlemlerini ve anılarını anekdot olarak kullanıyorum diyebilirim. O bilmese de kendisine olan iyimser duygularım nedeni ile yanlış/eksik anlaşılmayacağımı umuyorum. Hele de bazı şarkıları kalbime sızmış, dilime dolanmışken!

Kardeşimin Hikayesi “Aşk, bir uçurum kenarında gözü bağlı yürümektir.” sloganı ile tanıtıldı ancak kitapta aşk yoktu sanki. Ana tema, kaybedilmiş değerlerimiz, beynimizin yanılsamaları ya da yaşamdan “tuhaf” kesitler gibi bir yönlendirme ile öne çıkabilirdi diye düşünüyorum.  Tuhaf da değil çarpık diye düzeltmeliyim. Neden derseniz;

  • Kitapta kocasını aldattığı varsayılan ve bıçaklanarak öldürülen bir kadın var. Koca onu o kadar seviyor ki, aldattığı erkekleri bulup, onlarla mutlu olup olmadığını merak ediyor. Karısının tenini seven, bedenine sarılan, sevişen erkeklerin hislerini öğrenmek istiyor. Bunu da aşkın en üst noktası, “kıskanmayı unutmak” diye tanımlıyor(!)
  • Sevdiği kıza kavuşamamış, neredeyse bir hayali sevmiş olan Mehmet karakterinin sevdiği kadın olan Olga ile ilişkisinin tanımı çok dar. İkisinin birebir yaşadığı ne ruhsal ne de bedensel birlikteliğe ait bilgi yok. Birbirlerini ne kadar tanımışlar,, duygularını hangi dille paylaşmışlar? Kadın erken ilişkisinin verdiği ruhsal ve fiziksel doyum hangi düzeyde oldu ki uçurumun kenarında gözü kapalı yüründü? Olga’nın bazı anlarda sağlıklı olamadığından söz ediliyor. O zaman duygularının gerçekliği nedir, erkek tarafından karşılık bulunmamış platonik sevda,  aşk olabiliyor mu? Ne yaptığını bilemeyen, hatırlamayan bir kadın için tutku değil de şefkat duygusu ağır basmaz mı?
  • İki kadın arasındaki aşk çok yüzeysel ve itici bir tanımla aktarılıyor. Taraflardan birisinin kıskançlığı ile erkek karakterinin yaşadığı dramın tüm sürece yansıması çok abartılı.
  • Beynimizin olayları nasıl farklı algıladığını, insanın isterse yaşamını nasıl radikal olarak değiştirebileceğine dair örnekler var fakat kitabın ana kurgusu ile ilgisi tartışılır. Psikolojik sorunların insanlara istem dışı şeyler yaptırabilmesi mümkün, ancak araya sızan yapay unsurlar var.
  • Bunlardan da öte usta bir yazardan beklenmeyen anlatım biçimlerine rastladım ki kitapla ilgili benim hayal kırıklığım böyle başladı sanırım. Çok fazla marka adı kullanılmış. Sıfatlarla açıklanabilecek kavramları ürün yerleştirme yöntemiyle öne çıkarması şaşırtıcı doğrusu. Örneğin hiç viski, votka içmemiş, etiketler arası lezzet ayırımının farkında olmayan bir okur için satırlardan aklında kalan ne olur? Pahalı bir içki ile ucuzu arasındaki  fark marka belirtmeden de anlatılabilirdi.  Ipad mi tablet mi  demeli; aradaki fark selpak ile kağıt mendil örneği gibi.
  • Başka bir gözlükle baktığımda “erkek karakter” örneklerinin neredeyse hepsi ağır eleştirilere açık,  karizma ya da güven duygusu hiç olmayınca daha mı ilginç oluyor acaba? Çelişkili tutumlar yorucu olmuş. (romanlarda  gerçek yaşam algıları dışına çıkılabileceğinin farkındayım elbette. Psikiyatrik analizler ve sentezlere atıfta bulunmak yetmemiş. )

Özetle, kitaptaki kurgudan, yaşamdan gerçek öğeler bulunmamasını dileyecek kadar yorgun ayrıldım. Değişik olmak ile marjinallik aynı şey mi? Kayıpların büyüklüğü  hep  uçlara  mı iter kişiyi?

Görüşlerimi, amacımı ve haddimi aşmadığımın farkında olarak açıkladım. Sanatçıların topluma ulaştırabilecekleri mesajları önemsiyorum, bu yüzden paylaşma gereği duydum. Sanatın her dalında olduğu gibi edebiyatta da tarafların içtenliği esas olmalı.  Okur-yazar sorumlulukları farklı  dağılıyor elbette ancak elinde kalem olanın yönlendirme gücü var. Ben ürünü orijinal baskısı ile alıp, emeğe saygı duyuyorsam yazar da ortaya çıkan eserine dışarıdan bakabilmeli ve popülist yaklaşımdan etkilendiğini görebilmeli.  

Üzülerek söylemeliyim ki bu kitap ile hayal kırıklığına uğrayan tek okur ben değilim. Serenad’ta gerçek bir hikayeye tutunarak aktarılan duygular çok etkileyiciydi. İyi ki o daha önce basılmış, son eseri okuyanlar diğer yayınlanan eserlerine ön yargılı bakarlardı.

Sevgilerimle

 

Bilge SEZER ÖLMEZ