13 Mart 2014 Perşembe

ACI BİR KAYIP; "BERKİN"




BU NOKTAYA NASIL GELDİK ?

#Berkin Elvan
Berkin’i kaybettik. Yazılar ve sözler ailesinin acısını hafifletir mi bilemem ama sağduyu ve vicdan sahipleri, en samimi duyguları ile baş sağlığı diliyor. Ölüm acısını tatmış olanlar biliyor ki o aileye de sonsuza kadar ölümün kederi yapıştı. Allah ailesine sabır versin, sebep olanların da bu acıyı fark etmesini sağlasın demekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Çok üzgünüm, anne olarak da, birey olarak da.

Türkiye, ekmek almaya giderken vurulan küçük bir çocuğun kaybı ile sarsıldı. Ebeveynler, bir çocuğun doğumunun ve varlığının ne kadar kutsal olduğunu bildikleri için herkesten daha çok üzüldü. (Sadece masum bir çocuğun ölümüne değil ülkenin içine düştüğü çıkmazın nelere denk geldiğini gördüğümüze de üzüldük.) Her ortamda ayrım yapmadan bizi korumak, güvenliğimizi sağlamak ile görevli polisler neden böylesine orantısız güç kullanıyor, hepsi mi vicdanını terk etti diyerek kahroluyoruz. Korkutmak veya engellemek için değil yok etmek için vuruyorlar, düşmanla savaşıyorlar sanki! Polisin sıktığı gaz ve ilaçlı suya, attığı dayaklara ve kullandığı silahlara bakınca "hangi savaştayız?" diye soruyorum. Düşman kim diye birbirlerine soruyorlar mıdır? Sanki ülkemizin bayrağı indirildi, başka milletlerin tankları caddelerde geziyor, esaret altındayız da nefsi müdafaa yapılıyor. Hiç kimse sokaklara sosyal etkinlik olsun diye dökülmez, macera olsun diye sakatlanmayı, ölümü göze almaz. Yıllarca geriye gittiğimizi kimse göremiyor sanırım.

Yozlaştık,
Sınav sistemleri her yıl değişti, sorular çalındı, bazı çocuklar maratonu koşmadan kazandı, masum öğrenciler ise derin bunalımlara sürüklendi. Cılız tepkilerden başka itiraz olmadı, yapanın yanına kaldı.  Kendi özelinde sorun yaşamayanlar sistem bozulmasın diye susmayı tercih etti. İdealizmin en çok arandığı sektör "eğitim" olmalıyken, rant için çocukların üzerinden dönen olayları herkes seyretti. 

Kıyılar, ormanlar, parklar yok edildi. Doğa katliamı bir yana bir de yıllarca görmek zorunda olduğumuz, çirkin beton yığınlarına mahkum edildik. Artan nüfus ile orantılı alt yapı ve trafik çözümleri önerilmeden her yer imara açıldı. Büyük şehirlerin dokusu onarılmamak üzere kayboldu, yeşil alanlar bir gecede otele, lüks konut alanlarına ya da alışveriş merkezine dönüştü. Sermaye hep kazandı, sadece izledik.

Kadınlar, eşinin haksız kazancını onayladı, ona küsmedi. Hatta yaşam düzeyi iyileştiği için çarpık düzeni savundu, bununla gurur bile duydu. Hak edilmeden kazanılan paranın ya kamudan ya da masum insanlardan çalınması anlamına geldiğini düşünmek bile istemedi. Anneler, işini bilen kurnaz çocuklarını uyarmadı çoğu kez, değer yargılarının en büyük servet olduğunu unuttular.

Trafik ise terörün ta kendisi oldu. Ters yönde gideni, kırmızıda durmayanları, emniyet kemerini susturmak için abuk sabuk yöntemleri bulunanları, aynı araçta olsak bile öylesine seyrettik. Trafiğe çıkması sakıncalı araçlar ile minik çocuklar taşınırken o aracı kullanan da taşıma ruhsatı veren de üzülmedi.  Aynı şekilde alkollü araç kullanan denetimde affedilmeyi teklif etti, görevli memur da anlayışla karşıladı.  Yurt dışında uygulanan yaşlı-çocuk ve engelli haklarını ütopya saydık.

Türkçe’nin katledildiği dizileri ayıla bayıla izleyenler, sokaktaki haykırışların, sosyal yaraların farkında olamadı. Çoğunluk, mizahtan yoksun şeyleri komik sandı ve güldü. Magazin programları ve yetenek yarışmalarında ülke potansiyelinin ne kadar yüksek olduğunu öğrendik. Yaptığı işin, sanatın hangi türüne girdiğini anlayamadığımız isimler şöhret oldu. Ekran başındakiler, entrikayı, hırsı, saray oyunlarını severek seyrettiler. Cinayet, işkence, adam kaçırma, tehdit, iftira, aldatma, soygun, düzenbazlık  (daha ne ararsanız)yöntemleri  dizilerde (hem de tüm ayrıntıları ile) öğretildi. İnsanların algıları yön değiştirdi, yozlaşmış karakterlerin bazıları kadınlara bazıları da erkeklere idol oldu. Nezaket kurallarını hatırlatanların, geleneklerimizin önemini savunanların, dinozorlar çağından olduğunu düşünen bir toplum yapısı oluştu. Dürtüsel yaşamın kent ölçeğine taşınmasına ve sakınmadan yaşanmasına özgürlük denildi. Herkes kurallar, yasaklar başkasına uygulansın eğilimini benimsedi. (Bir de “sen benim kim olduğumu biliyor musun “ diyenler var ki, gaz sıkıp gözünüzü kör edenlerden daha tehlikeli onlar.)

Andımız kalktı, Türk olduğumuzu söylemek, gurur duymak neden yasak olsun ki diyemedi kimse. Andın kalkmasını savunanlar, çocukları, yabancı okullarda kraliçeye bağlılık yemini ederken bunu ırkçılık olarak yorumlamadılar. Aynı şekilde vatandaşı oldukları  ülkenin çıkarları için onların yeminini etmek eleştirilmedi, hatta özendirildi.  Bu vatanı bizim yapan değerler tartışmaya açıldı, yine seyrettik.

Duyarsızlaştık özetle. Üstelik kendimizi hep haklı görerek bozulduk, değerlerimizi yitirdik. Ailemizde, çevremizdeki herkes idealist oldu da sorunlar yumağını örenler uzaydan gelmiş gibi davrandık. Şimdi, polislere kızıyoruz. Peki, kendi vatandaşına, hatta kendi yakınına dahi zarar vermeyi, masum yaşamları yok etmeyi görev gereği sayan bu insanlar kimin çocuğu, kimin öğrencisi ya da eşi, babası, komşusu? Onlar da bizden biri değil mi? (görev anında başka bir galaksiden gelip sonra kaybolmuyorlar, bizden biri hepsi ama başka  milletlerin politikaları ile eğitildikleri için ait oldukları tarafı unutmuşlar.)

Çok öfkeliyiz ama “kime” ??? Cevap o kadar da basit değil. 

Samimi davranıp, tarafsız gözle bakıp, sosyal bilinçlenmeyi tartışabilir, yöntemlerini araştırabiliriz. Ülkenin içinde bulunduğu durum herkesin hiç değilse kendisi ve ailesi için ilkeli bir duruş belirlemesini gerektiriyor. Suya sabuna dokunmadan bir şeyler düzelebilir mi? 

Umarım çoğunluğa ulaşırız.

Bilge SEZER ÖLMEZ
 
not: yazıda kullanılan görsel" http://listelist.com/berkin-elvan-tasarim/"sitesinden alınmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder